Bak güzel kardeşim
Semih KorkmazKendimi bildim bileli sevdim Atatürk’ü… Henüz çocukken evimizde bulunan kitaplardan O’nun resimlerine bakar, ilkokuldaki ders kitaplarından O’nunla ilgili anılar okurdum. Daha sonraları daha büyük kitaplar okudum ve daha büyük resimler gördüm, o zaman anlatılanların az bile olduğunu anladım. O’nu sevmeyenlerle karşılaştım sonraları ve sorguladım: bu insanlar nerede ve ne şartlar altında yetiştirildiler diye…
Oysa Atatürk bana göre Türkiye’ydi… Tarlada karga kovalayan çocuktan 36 yaşında general rütbesi ile yıldırım orduları komutanı olup, at üzerinde düşmanın üzerine çöken fırtına liderdi… Anafartalar’dı… Sakarya’ydı… Afyon’da sarışın bir kurttu… İzmir’di… Anadolu’ydu… Kimlik numaraları verilirken en büyük Türk’tü – 10000000146 verilen ilk numaradır ve Atatürk’e aittir-
“Hebenneka” Osmanlıca yaygın bir terimdi. Ahmak olduğu halde kendini zeki sanan demek. Nuri Conker’e göre Atatürk kızdığında bu kelimeyi kullanırmış. Bir resmi var, suratında hafif alaycı bir gülümseyişle sağ elinin parmaklarını yukarı doğru birleştirmiş. Ne zaman baksam aklıma “hebenneka” bir insana bir şeyler anlatmaya çalışıyor diye düşünürüm. Şimdiki dille “Bak güzel kardeşim” der gibi.
Bak güzel kardeşim, sana ne anlattılar, neler okudun neden böyle oldun bilmiyorum. Ama Atatürk’ü farklı ve tarihsel kaynaklardan oku öğren, sonra düşüncelerini söyle. İnternette izlediğin fesli adamlardan, para ihtiyacı veya hırs için yazılan birkaç kitaptan öğrenme!... Bak güzel kardeşim şimdi iyi dinle:
II. Abdülhamit devri… 18 yaşında iken Manastır Askeri İdadisini bitirir Mustafa Kemal ve İstanbul Harp Okulu Piyade sınıfına girer. İstanbul yüzyılın dönümünde, birbirinden ayrı iki şehir halindedir. Haliç’in kuzeyinde Pera, yani Beyoğlu yükseliyordu; güneyindeyse İstanbul tarafı, limanın üstündeki Galata köprüsünden geçmek, bir dünyadan başka bir dünyaya, bir tarih çağından öbürüne geçmek demekti. Tevfik Fikret “Sis” şiirinde İstanbul için “facire-i dehr” (Dünyanın koca kahpesi) diyordu. Koca şehirde yapayalnızdır. Burada ilk arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) dı. O’na “ İstanbul devlet yönetmek için değil, keyif sürülecek bir yerdir; köhne gelenekleri, yozlaştırıcı etkileri ile karışık ve için için kaynayan Konstanniye’de er geç çürüyüp gitmeye mahkumdur “ diyordu. Ali Fuat en yakın arkadaşı olmuştu o yıllarda bazen onlarda kalırdı. Ali Fuat; babası emekli Osmanlı Paşası İsmail Fazlı’dan sevgi ve övünçle bahsettiğinde hüzünleniyor, baba sevgisi nedir hiç bilmediğini söylüyordu. 20 yaşında genç bir subayken Akademide arkadaşları sorar bir gün “Sen kalk borusunda bir türlü uyanamıyorsun?” O cevap verir,” Hakkınız var, yatağa girdikten sonra ben sizler gibi sakin uyuyamıyorum; sabahlara kadar gözüm açıktır. Nihayet tam dalacağım zaman kalk borusu çalınıyor “. Henüz o yaşında iken düşünceleri vardır gelecekle ilgili. 1905’de 24 yaşında genç bir yüzbaşı iken Şam’a 5. Orduya gönderilir. Alaylı, yozlaşmış subaylar bulur burada. Saraya yazılan yalan yanlış raporlara karşı geldiği için bir gün komutan alaycı bir tavırla “Sen henüz cahilsin. Sultan efendimizin ne istediğini anlamıyorsun” sözüne karşılık “Ben cahil olabilirim” diye cevap verir. “Ama padişahımız cahil olmamalıdır ve sizin gibilerin ne olduklarını anlayabilmelidir”. Yozlaşmış subaylar Şam’daki kabilelerden haraç almaktadırlar. Bir gün arkadaşı Müfit (Özdeş) “Bu altınları bana getirdiler, vermek istediler, tereddüt ettim” der. Mustafa Kemal “Sakın paraları almış olmayasın” der. “Hayır almadım”. “Müfit! Sen bugünün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının adamı mı?” 1906’da inkılap yolunda çalışmak üzere bir cemiyet kurar; “Vatan ve Hürriyet”. Daha sonra şöyle der “Ancak hür fikirlere sahip olan insanlar vatanlarına faydalı olabilirler ve onlardır ki vatanlarını kurtarıp muhafaza etme kudretine malik olurlar.” İhtilal uğruna can vermek gibi heyecanları olan subay arkadaşlarına “ Amacımız ölmek değil, ihtilali başarıya ulaştırmak ve düşüncelerimizi gerçekleştirmektir. Bunları halka benimsetmek için de yaşamak zorundayız” diye cevap verir.
1907’de Selanik’teki 3. Ordu Karargahına atanır. Bu esnada ikinci meşrutiyet ilan edilir. “İttihat ve Terakki” tarih sahnesindedir artık. Dik başlı, pervasız ve cesur bir subaydır. İttihat ve Terakki onu dışlarken bile, sözlerine dikkat etmek ve saygı duymak zorunda kalmıştır. Çıkan 31 Mart ayaklanmalarına karşı Rumeli’nde kurulan Hareket Ordusu ile – ordunun ismini Mustafa Kemal vermiştir – Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gider. İsyan bastırıldıktan sonra tekrar Selanik’e döner. 1910 yılında “Picardie” manevralarına gözlemci olarak katılmak için Fransa’ya gider. Onlara savaş planlarında yanlışlıklar olduğunu söylediğinde kimse ona inanmaz. Ertesi gün sözleri doğru çıktığında şöyle der bir Fransız generali “Sizin görüşünüz herkesin görüşünden daha doğruymuş, ama başınıza bu tuhaf şeyi neden giyiyorsunuz? Bunu giydiğiniz sürece kimse sizin görüşlerinize değer vermeyecektir” der. 1911’de Arnavutluk’ta çıkan isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekata katılır. İsyanın bastırılması sonucu bir toplantıda Alman Albayı Von Anderten, isyanı bastırmış olan Osmanlı ordusu şerefine kadeh kaldırır. Mustafa Kemal ise bir Türk subayı olarak ülke sınırları içinde olan Arnavutluk gibi bir yerin dize getirilmesi cinsinden ufak bir olay şerefine kadeh kaldırmayı kendine yakıştıramaz ve şöyle der “Bu önemsizdir, ama zamanı gelince Osmanlı değil, Türk ordusu, Türk milletinin bağımsızlığını kurtaracaktır.” 1911 Kasımında Binbaşı rütbesiyle Trablusgap’a İtalyanlar ile savaşmaya gider.
1912’de Balkan Harbinin başlaması ile İstanbul’a hareket eder. Bu esnada bütün Rumeli elden gitmiş idi. Annesi ve kızkardeşi Selanik’ten ayrılarak, Müslüman göçmenlerle, yaralı askerlerden oluşan sele katılmışlardı. Bu insanlardan binlercesine İstanbul’a varmak nasip olmayacaktı. Mustafa Kemal bazı subay arkadaşlarını görünce, baştan savma bir selam vererek parladı: “Nasıl yapabildiniz bunu? O güzelim Selanik’i düşmana nasıl teslim edebildiniz? O kadar ucuza nasıl satabildiniz?” binlerce Selanik’li müslümanı cami avlularına yığılmış, perişan, aç sefil bir halde, kışın insafsız soğuğunda ölüp giderlerken gördü. En sonunda annesi ve kız kardeşini buldu. Yanlarında ölmüş kocasının yeğeni Fikriye’de vardı. Onları bir eve yerleştirdi. 1913’te Sofya’ya ateşemiliter olarak gitti. Burada bir restorantta yanındaki masaya köylü bir Bulgar oturur. Garson ona servis yapmayı reddeder ve restoranın sahibi de köylüye çekip gitmesini söyler. Köylü: “Beni buradan atmaya nasıl cesaret edersiniz?” diye kalkmayı reddeder. “Bulgaristan’ı benim çalışmam yaşatıyor, benim tüfeğim koruyor.” Mustafa Kemal daha sonra bu olayı arkadaşlarına anlatırken: “İşte ben Türk köylüsünün de böyle olmasını istiyorum.” Der. “Köylü milletin efendisi olmadıkça Türkiye’de gerçek bir ilerlemeden söz edilemez.”
1914’de Yarbaylığa terfi ettirilir, bu aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıldır. İstanbul’un Sofya’da kalması isteğine karşı gelir ve Peşpeşe ve ısrarla yazdığı dilekçelerle aktif görev ister. 19. Tümen komutanı olarak Eceabat’a gelir sonunda. Çanakkale savaşlarında 5. Ordu Komutanı Liman Von Sanders adına Kurmay Başkanı Albay Kazım (İnanç), Mustafa Kemal’i telefon başına çağırarak “Durumu nasıl gördüğünü?” sorar. Mustafa Kemal bu soruya: “Bütün mevcut kuvvetlerin, komutam altına verilmesinden başka çare kalmamıştır!” diye cevap verince, şaşıran Kurmay Başkanı, “Çok gelmez mi?” diye sorar. Atatürk, “Az gelir!” yanıtını verir. İşte o kritik aşamada Mustafa Kemal gece saat 21:45’te Mareşal Liman von Sanders’in emriyle Anafartalar Grubu Komutanlığı’na getirilmiştir. 11 tümene, bir süvari tugayına toplamda 135 bin kişilik bir askeri güce kumanda etmiş ve “Çanakkale Geçilmez!” dedirtmiştir. – Daha sonraları Veliaht Vahdettin ile birlikte yaptığı Almanya seyahatinde Kayzer II. Wilhelm: “Gelibolu! 16. Kolordu” diyerek karşılamıştır –
1916 yılında henüz 36 yaşındayken mirliva (tuğgeneral) olarak Diyarbakır’daki 16. Kolorduya atanır. Komutasındaki kuvvetler aynı gün içinde hem Bitlis’i, hem de Muş’u düşman işgalinden kurtarırlar. 1917’de Irak ve Suriye’ye hakim olan “Yıldırım Orduları” Grubu komutanlığına atanır. Burada Talat ve Enver Paşalara bir genel durum değerlendirmesi – ki adeta bir muhtıradır – yollar. 36 yaşında genç bir paşanın sisteme, yönetime, hükümete, sadrazama, harbiye nazırına, Alman emperyalizmine karşı isyanıdır bu. Mustafa Kemal’i ve ülkeyi o zor ve umutsuz günlerden aydınlık günlere taşıyan, O’nun o dönemde cesaretle kendini ortaya atması işte bu “isyan ruhu” dur.
Savaş bitmiş, Mondros ateşkes antlaşması imzalanmış, İstanbul boğazı düşman gemileri ile dolmuştur. Adana treninden inip de Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında karşılaştığı manzara şudur: 55 düşman gemisi, zafer bayraklarını açarak İstanbul limanına girmektedirler. Bütün karşı sahiller Rumların, Yahudilerin, Levantenlerin sarhoş çığlıkları ve palikarya naraları ile çınlamaktadır. O ise şöyle der: “Geldikleri gibi giderler.” 6 ay boyunca İstanbul’da kalır. Gazeteci Ruşen Eşref’e - sonradan Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği yapmıştır- yaptığı röportaj için kendi resmini taşıyan bir kartpostal verir, arkasında şöyle yazmaktadır. “Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sınırsız muhabbetim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdendir.” Adeta Gençliğe hitabenin önsözü gibidir. O zorlu işgal günlerine Pera Palas’ta yemek yediği bir gün İşgal kumandanları gelir O’nu gördüklerinde kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Mustafa Kemal’in cevabı nazik olduğu kadar keskindir de : “Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.”
Mütareke yıllarında bir gazete “İttihatçılar yakalandığı halde, Mustafa Kemal ile Rauf (Orbay)’ un niçin hala Beyoğlu’nda ellerini kollarını sallaya sallaya dolaştıklarını “ yazar. Şişli’de oturduğu ev işgal kuvvetleri tarafından sürekli aranıyor, kendisi takip ediliyordur. Anadolu’ya geçmenin yollarını araştırır, planlar yapar. Bu esnada III. Ordu Müfettişliğine atandığını duyunca her şey gerçeklik kazanır. Hissettiği heyecanı bütün açıklığıyla anlatır sonra: “ Ne ala şey. Talih bana öyle müsait şartlar hazırlamıştı ki nasıl bahtiyarlık duyduğumu anlatamam. Harbiye Nezaretinden çıkarken heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem vardı. Kanatlarımı çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.” Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay başkanı) Cevat (Çobanlı) Paşa, Damat Ferit ve Mustafa Kemal 14 mayısta bir araya gelirler. Çıkışta Cevat Paşa sorar: “Bir şey mi yapacaksın Kemal?”, “Evet Paşam, bir şey yapacağım”, “Allah muvaffak etsin”, “mutlak muvaffak olacağız”. Ertesi gün Yunanlıların İzmir’i işgal haberi bomba gibi düşer İstanbul’a. Yunanlılar Türk halkına zulüm edip, çeşitli şekillerde aşağılarlar. Miralay Süleyman Fethi Bey “Zito Venizelos” diye bağırmayı reddettiği için süngülerle delik deşik edilerek katledilir. İstanbul, sadece “protesto” eder.
Nutuk, şöyle başlar: “ 1919 senesi mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım.” Mustafa Kemal’in yeni hayatı Anadolu karasına ayak basmasıyla başlamış, “Atatürk” doğmuştur. Samsun’dan Amasya’ya geçer. Haziranda yurdun her yanına telgraflar gönderir: “ Vatanın tamamiyeti, milletin istiklali tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Sonra Erzurum günleri. 8 temmuz akşamı büyük ve zor bir karar verir. Askerlikten istifa ederek Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin başına geçer. Eylül ayında Sivas’a geçer. İlk işi büyükçe bir defter aldırmaktır, kongre vesilesiyle yapılan masrafları, harcanan paraları kuruşu kuruşuna yazdırmaktadır. “Paşam bu hengamede kim hesap soracak?” derler. O, “Gün gelir, millet benden de başkasından da tek tek hesap sorar, biz bugün hesabımızı eksiksiz yazalım, millet de yarın parasının nereye harcandığını bilsin” der. Aralık 1919’da Ankara’ya gitmek için yola çıkarlar. Daha sonraları bu yolculuk için: “Anadolu’nun dağ başlarını tekerleklerini çuvalla doldurduğumuz kırık dökük otomobillerle aşarken ”dağ başını duman almış” marşını söylüyorduk yanımda bulunanlarla” diyecektir. Ankara’ya gelişinin ertesi günü halka şöyle seslenir: “Bir ulus varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikir ve maddi kuvvetleriyle ilgilenmezse, bir ulus kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bireyler düşünür olmadıkça, topluluklar istenilen yöne herkes tarafından iyi veya fena yöne sürüklenebilir. Kendini kurtarabilmek için kişinin geleceğiyle doğrudan doğruya ilgisi olması gerekir.” 16 Mart’ta İtilaf devletleri tarafından fiilen işgal edilir İstanbul. Mustafa Kemal millete bir beyanname yazar: “bugün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin yedi yüz senelik hayat ve hakimiyetine son verildi. Bugün Türk milleti; medeni kabiliyetinin, hayat ve istiklal hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi.”
Nisan ayında Şeyhülislam tarafından Anadolu’daki milli kuvvetleri kafir ilan eden ve katlinin gerekli olacağını bildiren fetvası yayınlandı –mayıs ayında ise Divan-ı Harp tarafından idama mahkum edilecekti- Bizzat Mustafa Kemal tarafından kaleme alınan ve yurdun her köşesine ulaştırılan “millete açık davetiyede” şöyle der: “Allah’ın izniyle Nisan’ın yirmi üçüncü Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.” İstanbul hükümeti Kuvay-i Milliye’yi Osmanlıya karşı ayaklanan Celali isyanına benzeterek “Kemali” diyor, Ankara’nın tarafını tutanlar ”Kemalci” diye yazılıyordu. ( Kemalizm kelimesi ilk defa 1927’de Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından Hakimiyet-i Milliye gazetesinde kullanılmıştır ) 10 Ağustos’ta Osmanlının parçalanması demek olan Sevr imzalanmıştı. Ankara, antlaşmayı tanımadığını bildirdi. Kurtuluş savaşı fiilen başlamıştır. Nisan 1921’de İnönü zaferinden sonra Mustafa Kemal, Batı cephesi komutanı İsmet Paşa’ya bir telgraf yollar: “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz.” İnönü muharebelerinden sonra ordu Sakarya civarına çekilir, meclis tüm yetkisini üç aylığına “Başkomutan” sıfatıyla Mustafa Kemal’e verir. İlk emri tekalif-i milliye (ulusal yükümlülük) olur. “Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti” diyecektir o günler için.
22 gün ve gece süren Sakarya Meydan Muharebesi sadece kurtuluş savaşının dönüm noktası değil, aynı zamanda 1683’te Viyana’da başlayan geri çekilmenin nihayet durdurulmasıydı. Mustafa Kemal’in adı tüm Asya kıtasına yayılıyor ve savaşın kendilerinde milli bir bilinç ve özgürlük isteği uyandırdığı bütün milletlerin hayalini kamçılıyordu. Savaşın sonunda Büyük Millet Meclisi tarafından Müşir (mareşal) rütbesi ve “Gazi” ünvanı verilir. Şimdi sıra, son darbeyi vurmaya gelmiştir. Büyük Taarruz öncesi meclis onu başkomutanlık yetkilerinden men etmeye çalıştığında başkomutanlık elbisesini giyip gelir meclise ve şöyle seslenir: “O mutlu gün gelince, bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız. Ama ben, kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum yere geri dönebileceğim. Milletin koynunda serbest bir fert olmak kadar dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri iyi kavrayan, yürek ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur. Bu sözler üzerine meclis sınırsız süreliğine yetki verir Mustafa Kemal’e.
25 Ağustos akşamı Mustafa Kemal Anadolu ile dış dünya arasındaki bütün haberleşmeleri kesme emri verir. On iki yıldan beri savunma durumunda kalmaya zorlanmış bir milletin ilk büyük saldırısı az sonra başlayacaktır. Mustafa Kemal durmadan doğuya ufka bakar, şimdi orada hafif bir kızıl parıltı belirmiştir. Anadolu’nun üzerine güneş doğmaktadır. Sonra birden gürüldeyen gök gibi topçu ateşi başlar. Mustafa Kemal, kolordu komutanı Kemalettin Sami Paşa ile askerin arasına iner. “Yunanlıların kazandığını görmektense, gök kubbe başımıza yıkılsın daha iyi!” diyerek gönüllüler ister. Hepsi ileri atılırlar askerlerin, Yunan ateşiyle şehit düşerler, arkalarından gelenler arkadaşlarının cesetlerinin üzerinden taarruza devam etmektedir. Kemalettin Sami Paşa fazla bakamaz, başını çevirir. Sonra tepeden bir ezan sesi duyulur, anlaşılır ki mevzi ele geçirilmiştir. 29 Ağustos’ta Türk ordusu, Yunan’ı Dumlupınar’da çevreler. Türk askeri süngü hücumuna kalktığı esnada Mustafa Kemal tehlikeli bir şekilde ateş hattına girer ve kendisine sorulduğunda “Karşımda Mustafa Kemal diye birini göremiyorum” diyen, İzmir’den savaşı idare etmeye çalışan yunan başkumandanına seslenir: "Hagi Anesti! Mağrur kumandan! Gel de ordularını kurtar!" diye haykırır. Bu esnada General Trikopis esir alınmış ve Mustafa Kemal’in karşısına getirilmiştir. “Üzülmeyin generalim, siz görevinizi sonuna dek yaptınız. Askerlikte yenilmek de vardır. Burada kendinizi tutsak durumda saymamanızı rica ederim. Konuğumuzsunuz. – Trikopis 91 yaşında vefat edene kadar her 10 kasımda Atatürk’e saygı duruşunda bulunmuştur – Ağustosun 30. Günü Yunan ordusu kaçmaya başlar. Mustafa Kemal o tarihi emrini verir: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!” Türk ordusu imkansız bir şekilde 400 kilometreyi 9 günde yol alır ve şehirleri geri alarak 9 eylülde İzmir’e girer. Yunanlıların yenilişi ve İzmir’in kurtuluşunu bildiren haberlerden sonra, meclis kürsüsünü örten siyah örtü kaldırılır. Olayı izleyen birkaç mebus “Nedir bu gürültü patırtı? İtilaf devletleri İzmir’i bize nasıl olsa vereceklerdi” diyecek kadar düşmanlıklarını gösterirler. Müttefiklerden gelen “Kenti Türk ordusuna vereceğiz, görüşmeler için yeri ve zamanı bildiriniz” telgrafına sert bir cevap verir Mustafa Kemal: “Kimin şehrini kime veriyorlar?”
Mustafa Kemal, zeytin dallarıyla bezenmiş bir dizi açık otomobilin başında girer İzmir’e. Akdeniz’e varmıştır. Karargahına girerken birdenbire durur, yere bir Yunan bayrağı serilmiştir. “Bu nedir?” diye sorduğunda Kral Constantine’in de Türk bayrağını çiğnediğini söylerler. “Hata etmiş” der. “ Bayrak bir milletin şerefidir, ne olursa olsun yerlere serilemez, kaldırınız”
11 Ekim 1922’de Mudanya mütarekesi imzalanır. Lozan antlaşması süreci başlamıştır. Bir tarafta; Britanya imparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven devletleri; bir tarafta Türkiye. Annesi Zübeyde Hanım İzmir’de hayatını kaybeder, on iki gün sonra gidebilir kabrine ve mezarı başında şöyle der: “Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın huzurunda and içiyorum, milletin bu kadar kan dökerek kazanmış olduğu egemenliğin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekten asla çekinmeyeceğim. Ankara’da bir akşam Anadolu’ya çıkan ilk beş komutan (Mustafa Kemal, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Kazım Karabekir) toplanırlar. Diğerleri: ”Kemal! Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre emaneti sahibine iade etme zamanı geldi” derler. Mustafa Kemal’in canı sıkılmış, arkadaşlar arasında ilk çatlak oluşmuştur. “Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı en yüce icra-i organ olan Büyük Millet Meclisi verecektir.” Yazar bir kağıda ve şöyle der: “Yarın bunu mecliste okuyacağım”
Lozan antlaşmasının imzalanmasından iki buçuk ay sonra, müttefik kuvvetleri İstanbul’u boşaltırlar. Arabic ve Malborough gemileri bütün düdüklerini öttürerek boğazdan ayrılırlar. Bütün Birinci Dünya savaşından daha uzun sürmüş olan bir işgal böylece sona ermiş, Mustafa Kemal’in kehaneti doğru çıkmıştı. “ Geldikleri gibi gitmişlerdi.” Savaş bitmiş, ancak Türkiye hala, Falih Rıfkı’nın dediği gibi “denize açılmak için limandan ayrılmış, fakat rotasını kaptanından başka kimsenin bilmediği bir gemiye benziyordu. Çıkan bir siyasi bunalımı değerlendiren Mustafa Kemal, Cumhuriyet konusunu meclise taşımıştı. 29 Ekim günü mecliste ateşli tartışmalar sürerken İsmet Paşa: “Ulus, egemenliğine ve alınyazısına kendisi el koymuştur. Öyleyse bunu yasa ile belirtmekten niye çekiniyoruz?” der. İstanbul mebusu Abdurrahman Şeref Bey son sözü ister ve: “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız sorunuz; bu Cumhuriyet’tir. Doğan çocuğun adı budur. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş… varsın gelmesin!..” anayasa değişikliği kabul edilir, bütün mebuslar heyecanla ayağa kalkarak dualar arasında üç kez “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırır.
Mustafa Kemal Çankaya’da derin düşünceler arasındadır, eski dostları ile araları açılmış, kendisine cephe almışlardır. Nutuk’ta “Bizim yüzümüz her zaman temiz ve pak idi, ve daima temiz ve pak kalacaktır. Yüzü çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim vatanseverce, vicdanlıca ve namusluca hareketlerimizi küçük ve çirkin ihtirasları yüzünden çirkin göstermeye kalkışanlardır” der. Yaptığı inkılaplar, diktatörlük suçlamaları, kurulan partiler, suikast girişimleri sonucu her şey değişir. “Devrim, kendi evlatlarını yemiştir”…
26 Mart 1937’de Ankara Halk evinde gençlere şöyle seslenir: “Benim sizden isteğim yorulduğunuz zaman dahi, durmadan yürümek, beni takip etmektir. Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları! Yorulsanız bile beni takip edeceksiniz… Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar.” Ancak kendisi yorulmuştur. Hastalığı anlaşılmış, sonun başlangıcı gelmiştir. “Ben öldükten sonra, Çankaya’ya gömer, hatıramı yaşatırsınız” der, sonra bu fikrinden vazgeçer “Beni milletim nereye isterse oraya gömsün; fakat benim hatıralarımın yaşayacağı yer Çankaya olacaktır.” Vasiyetini yazdırmak üzere sekreteri Hasan Rıza’yı çağırtarak, ona nesi varsa bir listesini çıkarmasını söyler, bir taslak hazırlanır. Atatürk bunu, kendi el yazısıyla kopya eder.
10 Kasım sabahı Hasan Rıza, Kılıç Ali ve İsmail Hakkı, asker gibi yatağın ayakucunda hazır ol vaziyetinde durmaktadırlar. Saat dokuzu biraz geçe gözlerini açar. Bu gözler, bir an için yine her zamanki mavi ışığıyla kendini bilmeden, çevresindekilere doğru parıldar, sonra kapanır. Başı yastığın üzerine düşer. Kemal Atatürk ölmüştür. İstanbul, neye uğradığını anlayamamış gibi acı bir sessizliğe gömülmüştür. Hükümet bu acı haberi halka şu bildiri ile duyurmuştur: “Türk Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evladını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyaından dolayı ve derin taziyelerimizi sunarız… Ölmez olan O’nun büyük eseri Cumhuriyet Türkiyesi’dir… Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milletine güvendi… Ebedi Türk Milleti, onun eserlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk Gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türk’ün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır.”
Naaşı, İstanbul’dan Yavuz zırhlısıyla İzmit’e oradan da Ankara’ya gitmek için trene konulur. Cumhurbaşkanlığı beyaz treni gecenin içinde ağır ağır yol alırken, yalnız onun kompartımanı, ışıklı bir dikdörtgen halinde Anadolu’nun sonsuz kırlarına doğru ilerler. Yol üzerinde biriken binlerce köylü, treni beklemektedirler. Ata’larının son geçişini görmek için, toprağından yeni bir Türk milleti yaratmış olduğu Anavatan’a dönüş yolunu ışıklandırmak için ellerindeki meşaleleri sallarlar…
Bak güzel kardeşim; okudukların benim şimdiye kadar edindiğim bilgilerden oluşmuştur. Bunun için onlarca kitap okudum hayatım boyunca, “keşke yunan galip gelseydi” diyen tımarhanelik feslilerden değil, belgelerden, kaynaklardan öğrendim. Atatürk sevgisi görmek istiyorsan; işgal edilmiş, onurları, haysiyetleri parçalanmış, namusları yaralanmış insanların yaşadığı Doğu Anadolu illerine git. Her köy evinin en güzel odasında O’nun resmi asılıdır. Aslında en güzel cevabı Atatürk’ün kendisi vermiştir: “ Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkar edenler ve beni yerenler çıkabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene, verimli sonuçları kalpleri doldurur”
“Bu ülkede Atatürk’ü yıkarak olumlu bir şeyler yapabileceğini sananların kendi küçük dünyaları içinde büyük bir yenilgiyi yaşadıklarını sanıyorum”
Ahmet Taner Kışlalı