Düzce’den dünya turuna çıkan fotoğrafın öyküsü
Mehmet ŞimşekBedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Metin Altıok
Dünyanın paylaşamadığı Düzceli…
Öyle bir adam düşünün ki, fotoğrafı Düzce’de çekilsin. Sonra ne zaman deprem gündeme gelse O’nun fotoğrafı dolaşıma girsin. Bu kadarla da iş bitmesin… Yunan gazetelerinden Star Press, 4 yıl önceki manşet haberinde ülkede yaşanan ekonomik krizden doğan emeklilerin mağduriyetini yine O’nun fotoğrafı üzerinden anlatsın. Bunu yaparken de fotoğraftaki kişinin kimliğini gizleyerek 'Yunan vatandaşı' gibi göstersin. Bitmedi… Aynı fotoğraf Azerbaycan, İran, Afganistan başta olmak üzere birçok coğrafyada sahiplenilerek “Bu fotoğraf bizim ülkemizde çekildi” densin...
Dahası var; bazıları fotoğraftaki kişinin ‘Sebahattin Amca’ olduğunu söylesin, bazıları da çıkıp, “Bu adam Ankara’da yaşıyor. Amcamın yakın arkadaşı” desin…
Sahi bir fotoğraf bu denli ‘çok okumalara’ açık olabilir mi?
Meğerse oluyormuş…
Ne var kifotoğrafın Düzce’de çekilmesinin haricinde yukarıda saydığım bilgilerin hiçbiri gerçeği yansıtmıyor…
Yeterince kafanızı karıştırdım değil mi?
Sadede geleyim…
12 Kasım 1999 Düzce depreminde Anadolu Ajansı’nda foto muhabiri olarak görev yapan Abdurahman Antakyalı’nın Kaynaşlı’da çektiği Eşref Cengiz’in fotoğrafından bahsediyorum.
Şimdi gelin bu ‘enformasyon bulamacı’na bir son verelim ve birinci kaynağa müracaat edelim. Fotoğrafı çeken Abdurahman Antakyalı’dan; bir diğer ifadeyle“ilk ağızdan” o fotoğrafın öyküsünü dinleyelim. Medyanın çok sevdiği deyimle söylersek, ‘büyük resime’ birlikte göz gezdirelim…
Abdurahman Antakyalı 12 Kasım 1999 gününü dün gibi hatırlıyor:
“O dönem Foto Muhabirleri Derneği Başkanıydım. Ankara’da dernek yönetiminin toplantısını yapıyorduk. Ankara sallandı ve kısa bir zaman sonra hepimizin telefonu çalmaya başladı. Belli ki bir yerlerde deprem olmuştu… Depremin merkezinin Düzce olduğunu öğrendik. Toplantı kendiliğinden dağıldı. Düzce’ye doğru yola koyulduk. Oraya biraz geç ulaşabildim. Bolu Dağı’nda yol çökmüştü. Biz daha arkalardan, Karadeniz tarafından, Akçakoca üzerinden Düzce’ye giriş yapabildik. Hafızam beni yanıltmıyorsa gece yarısı saat 03.00 gibi Düzce’deydik”
“KAYNAŞLI’YA GELDİĞİMDE DURUM FELÂKETTİ”
Düzce’ye ayak bastığında durumu şöyle resmediyor Antakyalı:
Baktım ki Düzce’de İstanbul’dan gelmiş olan Anadolu Ajansı muhabiri arkadaşım var. Ben de farklı bir yere gideyim diye düşündüm. Daha önce deneyimlerinden biliyorum, küçük yerleşim birimlerinde yıkım daha fazla oluyor. Hemen Kaynaşlı’ya geçtim. Burası tek kelimeyle felâketti! Binalar yerle bir olmuştu. Etrafta çaresiz insanlar vardı. Kurtarma ekipleri hummalı bir çalışma içindeydi. Elimdeki makinayla fotoğraf çeke çeke yıkıntıların arasından yürümeye başladım. O dönemde dijital teknoloji yaygın değildi. Fotoğrafı çekiyor, Ankara’ya götürüp banyo yapıyorduk. İlk çektiğim fotoğrafları şoför arkadaşıma verdim ve Ankara’ya gönderdim. Kaynaşlı’daki bir konaklama tesisi çok zarar görmüştü. Yıkılan binanın üzerinde sivil savunma ekipleri çalışıyordu…
“YAŞLI AMCA ‘GENÇLER ÖLDÜ’ DİYE AĞLIYORDU”
Etraftaki iç yakıcı tabloyu hüzünle seyreden Abdurahman Bey, birden karşısına Eşref amcanın çıktığını söylüyor.
Şöyle anlatıyor:
Çevrede ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Baktım ki yaşlı bir amca, sol koluyla kavradığı ekmeklerle, sağ eliyle gözyaşlarını silerek bulunduğum tarafa doğru geliyor. Hızlıca ona doğru koştum. Arkasındaki beton yıkıntısıyla birlikte çekmeyi düşündüm. Fotoğrafa hem felaketin boyutunu gösteren hem de insan unsurunu da katmak istedim… Amca ağlıyordu. Hemen deklanşöre bastım ve seri olarak 8-10 kare fotoğrafını çektim…
Usta gazeteciye, Eşref Cengiz’le herhangi bir diyaloğa girip girmediğini soruyorum. Cevabı ‘hayır’ oluyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: Kendisiyle hiç konuşamadık. Adeta ağıt yakar gibi ‘Hep gençler öldü’ diye gözyaşı döküyordu.
Hemen belirtelim ki, Eşref amca, Ümit Milli Takımı’nın maçını izlemek için kafeteryada bir araya gelip, deprem esnasında yaşamını yitiren Kaynaşlı’nın 50 genci için ağlıyordu…
İşte o fotoğraf bu anı yansıtıyordu…
Antakyalı, Eşref amca’yı ilk ve son kez orada görür. Vakit kaybetmeden makinasından filmleri çıkarıp, E-5 kenarına gelir ve Ankara’ya giden araçlardan birine el eder. “Gazeteciyim” der, “Bu filmleri Ankara’ya göndermem gerekiyor. Evinizin adresini verin, ajanstaki arkadaşlar sizi bulur”. Otomobil sürücüsü, “Öyle şey olur mu? Ben kendi elimle bu filmi Anadolu Ajansı’na bırakırım. Size bir katkımız olacaksa ne mutlu” diye yanıt vererek, teslim aldığı filmlerle yoluna devam eder.
VE MEDYADA EŞREF CENGİZ EFSANESİ BAŞLIYOR
Ertesi günü Türkiye yayınlanan hemen bütün gazetelerinin birinci sayfalarında ve dünya ajanslarında Eşref Cengiz’in fotoğrafı yer alır. 12 Kasım Düzce depreminin sembol fotoğrafı olur. O günlerde İstanbul’da dünya liderlerinin katıldığı bir zirve yapılmaktadır. Yabancı basının gözü Türkiye’dedir. Üstüne üstlük bir de deprem meydana gelince Eşref Cengiz’in fotoğrafı dünya medyasının gündemine oturur. Anadolu Ajansı fotoğrafı abonelerine servis eder ve zamanla bu kare hafızalara kazınır. Öyle ki, ne vakit deprem konusu gündeme gelse veya bir yerlerde sarsıntı olsa, bu fotoğraf gazete editörlerinin imdadına Hızır gibi yetişir.
Abdurahman Bey’in fotoğrafı ‘iyi niyetli’ amaçlı kullananlara diyeceği bir şey yok:
Beni ‘sizin fotoğrafınız şurada kullanılmış, şu belediye kullanılmış’ diye o kadar çok kişi arıyor ki… Hangi amaçla kullandıklarını soruyorum. Yeni kurulan sivil savunma birliğinin tanıtımından tutun da Jeoloji mühendislerinin düzenlediği sempozyumun afişlerine kadar birçok yerde…
“ADAM ALMIŞ FIRININ AÇILIŞINDA KULLANMIŞ!”
Ama kazın ayağı öyle değil… Kulağına öyle şeyler gelir ki, inanılması gerçekten güç:
“Acıyı sembolize eden fotoğrafın peşine düşecek değilim. Bu fotoğraflar bir farkındalık yaratmada, iyi niyetli çabalarda kullanılıyorsa diyeceğim bir şey yok. Böyle durumlarda nezaketen arayıp izin istiyorlar. İyi bir iş, olumlu bir şey içinse amenna! Ama sıkıntı yaşadığımız hadiseler de olmadı değil. Adam almış bir fırının reklamında kullanmış. Böyle saçmalık olur mu? ‘Acıya saygı gösterin, çok ağır dava açarım’ dedim, kaldırdılar”…
AFGANİSTAN’DAN AZERBAYCAN’A EŞREF AMCA…
Hikayemiz bitti gibi görünse de asıl bundan sonra başlıyor…
Öyle ki Eşref amcamızın fotoğrafını Azerbaycan’dan İran’a, oradan da Afganistan’a kadar uzanan bir coğrafyada neredeyse sahiplenmeyen kalmamış.
Antakyalı’yı dinlemeye devam edelim:
Azerbaycan, İran, Afganistan… Hatta daha da doğuya gittiğinizde telif konusu tam anlamıyla evlere şenlik. İran'ın bir bölgesinde deprem oluyor, adam internet üzerinden bir şekilde bu fotoğrafa ulaşmış. Hiç tereddüt etmiyor, ucuz işçilik! Oralardaki medyayı takip etme şansımız yok. Ora halkı, fotoğrafın kendi ülkesinde yaşanılan depremde çekildiğini zannediyor. Azerbaycan’da, İran'da yaşanan depremlerin yıl dönümlerinde bizim fotoğraf dolaşıma giriyor. Bir arkadaşımız ‘Bu fotoğraf Düzce'de çekildi’ diyor. Karşısındaki ‘yalan söylüyorsunuz, İran'da çekildi’ diyor. Bir diğeri ise ‘Keşmir depremine ait bir kare’ olduğunu iddia ediyor. Daha da ilginç örnekler de yok değil! Geçenlerde bir kızımız forumlarda şöyle yazıyor: ‘Fotoğraf tamamen düzmece. Bu kişi bizim komşu, o ölmedi, yaşıyor’… O kıza ‘komşunuzun adı ne’ diye mesaj gönderdim . Verdiği cevap şu: ‘Bizim değil amcamın komşusuymuş’… Bu kez de ‘amcanızla görüşebilir miyim, konu benim için önemli’ dediğimde verdiği cevaba bakar mısınız: ‘Sizi tanımıyorum, telefonunu veremem!’… Güler misin, ağlar mısın?
DEMEK Kİ KENT EFSANELERİ BÖYLE ÜRETİLİYOR
Uzun zamandır Facebook’taki “ESKİ DÜZCE” grubunda geçmişe dair bir şeyler yazmaya çalışıyorum. 12 Kasım depreminin yıldönümünde çok fazla araştırmadan üstün körü o fotoğrafı paylaşmış 'depremin ikon fotoğrafı' yorumunu yapmıştım. Grubun katılımcılarından biri yazımın altında yorum yaparak özetle şöyle dedi: Ben bu amcayı tanıdım. Adı Sebahattin’di. Geçmişte İstanbul, Laleli’de kahvehane işletmiş. Sonra nasıl olmuşsa yolu Düzce’ye düşmüş ve burada yaşamaya başlamış. Gazetecilik refleksiyle bu bilgileri yazıma ekleyerek teşekkür ettim. Bereket versin ki, birkaç dakika sonra Düzce’nin saygın kimliklerinden, tarih araştırmacısı Nejad Özsoy’dan gelen mesajda söz konusu edilen kişinin Sebahattin değil 2004 yılında vefat eden Eşref Cengiz olduğu gerçeğini yazıyordu... Gelgelelim, kaynağım ısrarla o amcanın Eşref Cengiz değil Sebahattin Bey olduğunu öne sürüyor ve ertesi günü bunu ispatlayacağını iddia ediyordu. Ancak daha sonra ses çıkmadı…
Yukarıdaki efsanelere bir yenisi daha eklenmişti…
Son söz yerine:
Ankaralı bir heykel sanatçısının Eşref Cengiz’in fotoğrafından çok etkilenip O’nu heykel yaptığını duymuş muydunuz? Ve o heykelin Ankara’da özel bir mekânda özenle muhafaza edildiğini…
Sanatçıyı Ankara'daki mekânında bulup, kendisiyle bir söyleşi yapınca ortaya çok ilginç bir fotoğraf daha çıktı.
Düzce’den dünya turuna çıkan fotoğrafın öyküsü
Uzun yıllar Anadolu Ajansı’nda fotomuhabirlikten yöneticiliğe değin hemen her kademede görev almış olan Abdurrahman Bey’e geçmişle günümüzü mukayese etmesini istediğimde iki dönemin farklılıklarını dile getiriyor:
“REKLAM PASTASI BIÇAKLA KESİLİYORDU ŞİMDİ İSE LAZERLE”
“1989 2012 arasında çalıştım. Bu yılların yarısı fotomuhabiri yarısı da yönetici olarak geçti. Hem editör tarafında hem foto muhabiri tarafında bulundum. Yıllar değişince gazeteciliğin formatları da değişiyor. Bizim çalıştığımız dönemlerde ana odak noktası kâğıttı. Gazeteler dergiler majör yayın organlarıydı. İnternet siteleri yeni yeni filizleniyordu. İnsanlarıngazete alışkanlıklarını dijitale geçiyordu. Bakın Habertürkkâğıttan dijitale geçti. Genç kuşağa baktığınızda elini kağıda sürmüyor. Kendimi dijital tarafında daha çok seviyorum. Bu da bizim için çok güzel bir oyun alanı oldu. Hep beraber el yordamıyla, deneyimlerle örüyoruz. Daha oyunun kuralları netleşmedi. Gelirin kuralları ortaya koyulmadı. Yıka yıka bir yol bulmaya çalışıyor bu mecra. Bizim dönemimizde kağıt odaklı bir yapı vardı. Eskiden kadrolu foto muhabirliği yaygın çalışma şekliydi. İnsanlar sabit bir maaşla işlerini kurumla öyle hallediyorlardı. Çoğu ajans freelens çalıştırıyor. Foto muhabirleri birden fazla kurumda çalışarak gelir elde ediyorlardı. Türkiye'de yavaş yavaş bu model gerçekleşiyor. Medya kuruluşlarının habere yaptıkları bütçe düştü. Bunun nedeni reklam gelirlerinin düşmesi. Kadrolu fotoğraflarının birçoğu ya işsiz ya freelense dönmek zorunda kaldı. Ana akım medyayı düşünün. 20 gazete topu çeviriyordu. Reklam bunlara gidiyordu. Şimdi oyun sitesinden, dantel sitelerine, çiçek, hobi sitelerine kadar her yer reklam alıyor. Reklam eskiden bıçakla kesilirken şimdi lazerle dilimleniyor. Kimisinin karşı tarafı görünüyor, o kadar ince”.
Antakyalı hayatımızın artık olmazsa olmaz olgusu dijitalin altını çiziyor. Eski kuşakla yeni nesilleri değerlendirirken önemli bir tespitte bulunuyor:
“USTALAR DİJİTALDE YENİ NESİLLER İSE GAZETECİLİKTE ZAYIF”
“Yıllarını gazeteciliğe vermiş değerli kişiler dijital sürecini bilmiyorlar. Alttan gelen kesimlerde usta-çırak ilişkisi dışında dijitali biliyor ama gazetecilikte zayıflar. Bu ikisini harmanlayacak bir yapı sermayeyi gerektiriyor. Haberin içerikleri bilgiden çok ilgiye yöneldi. Sadece ilgi çeksin. Bilgi nerede? Genç nesil hazdan beslendiği için ilginin peşindeler. Bu çocuklarda potansiyel çok yüksek. Usta çırak ilişkisi yok. Küçük küçük işletmeler çıktı. 3 kişiyle internet sitesi, 1 kişiyle dergi çıkıyor. Böyle bir ortamda ne yapabiliriz? Geçmişe özlem duymak benim karakterim değil. Önümüze bakacağız. ‘Gazetecilik öldü’ diyorlar, peki bu fotoğraflar vahiy yoluyla mı geliyor? Temel olay geçmişle günümüz arasındaki bir kullanılan yüzey bağlamında kağıttan dijitale geçiş diyebiliriz”.
Abdurahman Bey’e yöneticisi bulunduğu Depo Photos’u soruyorum. Nasıl kuruldu, amaç neydi ve şu anda ne aşamada? Antakyalı geniş bir perspektiften sorumu yanıtlıyor:
“DAĞINIK DURAN ARŞİVİ BİR ARAYA TOPARLAYALIM DEDİK”
“Türkiye'nin en eski ajansı AA. AA'nın fotoğraf servisinin kuruluşu 1960'ların sonu. Film arşivinin oluşmaya başlaması 80'lerin başı. Onun da düzene girmesi 1980'lerin ortası. Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923'ten yana bir tarihi var. 23 öncesinde, 1839 yıllarında fotoğrafın resmi kabulu var. 1850'lerin ikinci yarısında her yerde yaygın olarak fotoğraf çekilmeye başladı. 1850'den 1980'lere kadar yaklaşık 130 yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Bu döneme ilişkin görseller nerede? Bu topraklar üzerinde çok fotoğraflar çekilmiş. Neler neler var. AA'da yöneticiliğim sırasında, geçmişe yönelik bazı arşiv eksiklerini kapatmak için kendi adıma birtakım çalışmalar yapmıştım. 8-10 bin kareden bahsediyorum. Hayalim şuydu, Amerika'daki kongre kütüphanesine baktığımızda hem kendi tarihine hem de dünya tarihine ilişkin müthiş bir görsel hazine sunuyor. Her şey var. AA'nın yayın içeriği belli bir yıla kadar politika-polis adliye arasına sıkışmış kalmıştı. Şimdi bizim ülke tarihine ilişkin görsellerde çok ciddi bir eksikliğimiz vardı. AA'da kendi kadrolu personelinin çektiği fotoğrafları biriktirirler. Türkiye'de gazeteci olmayıp da binlerce fotoğraf çeken insanlar var. Kolleksiyonlar, belgesel fotoğrafçılar. Türkiye'nin çok dağınık bulunan fotoğraf arşivlerini bir çatı altında toplayalım dedik. Depo Photos bu amaçla yola çıktı”.
Usta fotoğrafçıdan Depo Photos’daki içerik hakkında bilgi vermesini istiyorum. Söyleyecek o kadar çok şeyi var ki:
“EN ZENGİN VE EN ÇEŞİTLİ İÇERİK DEPO PHOTOS’TA BULUNUYOR”
“Bir kronoloji ortaya koyduk. Balkan Harbi, Kurtuluş Savaşı, Atatürk görselleri, Kore Harbi, Türkiye'nin çok partili hayata geçişi, Türkiye'de fotoğrafı çekilen son padişahlar, Vahdettin, Abdülhamit, Abdülmecit. Meclis-i Mebusan, Zeki Müren'in ilk sahne yılları. Türkiye'nin ilk güzellik yarışmaları. Keriman Halis'in dünya güzeli çekildiği yarışmanın fotoğrafları var. Hiçbir ajansta olmayan içerikten bahsediyorum. Sayısal olarak 1 milyon 600 bin kare var şu an bizde. Her gün yaklaşık bin 500 kare civarında özel seçilmiş görsel ekleniyor. Sadece Türkiye değil dünya tarihinden. Rakamsal boyut olarak bizden daha fazla arşivinde fotoğraf olan medya kuruluşları olabilir amaben şunu iddia ediyorum en zengin en çeşitli içerik bizde. Onbinlerce kişinin portresi var. Edebiyat, spor, politika, akademik çalışmalar yapan insanlarına kadar. Geçenlerde Osman Darcan'ın arşivini oğlu bize bağışladılar. Bu fotoğraflar Türkiye'nin 50'li yıllardan başlayıp 60'ların ortasına kadar ki tiyatro, sahne fotoğrafları, tüm tiyatrocular, çok özgün ve tematik işler var Depo'nun elinde. Sami Pekşirin, eski seyahat fotoğrafçısı. İstanbul kartpostalları çeken. Ailesi bizimle paylaştı. Orhan Pamuk bizim bireysel abonesi. O kitabın başında bizden bahsediyor. Sami Pekşirin'den bahsediyor”.
Depo Photos’un“Türkiye’nin gizli hazinesini, saklı hazinesini biz çıkarıyoruz” diye çok önemli bir iddiası var. Antakyalı’dan bunu biraz açmasını rica ediyorum:
“Türkiye'nin gizli hazinesini, saklı hazinesini çıkartıyoruz. Bunlar bir poşetin içerisnide, kimi evin kilerinde, bodrumunda, evin köşesinde çürümeyi bekleyen filmler bunlar. Bunların sayısallaştırılması çok büyük maliyet. Dijital hale getirse nerede satacak, nasıl satacak? Değeri çok yüksek bunların. Ama insanların önüne çıkarttığınızda kimse para vermiyor. Paha biçilemiyor, hiç para verilemiyor. Biz depo Photos olarak tarihin tozlu yerlerinden çıkartıyoruz. Metafor olarak kullanıyorum bunu. Biz bunları sonsuzluğa kavuşturduk. Filmler kimyasal maddelerden yapıldığı için çürüyordu.
Buraya fotoğraflarını veren herkes, Sami Pekşirinler, Osman Darcanlar vi diğer önemli isimler.Biz sadece tarihi değil günümüzdeki sıcak olayları takip ediyoruz. Gazete, dergi, internet siteleri bize abone oluyorlar. Hürriyet, Sözcü, Acun medya bize abone. Her indirdikleri fotoğraflardan fotoğrafçısına payını veriyoruz. Sayı belirliyoruz. Her satıştan arkadaşlarımız pay alıyor. Vefat edenlerin aileleri yüzde 50 gelirini alıyor. Depo Photos’un dünyada da bilinirliği çok güçlü oldu. Uluslararası ajanslardan partnerlik teklifi geliyor. Şu an 380 civarında bir fotoğrafçı, fotoğraf koleksiyoneri, vefat edenlerin aileleri var. Coşkun Aral var Ergin Konuksever isimler var. Sökmen Baykara, Rıza Ezer, Hüseyin Ezer gibi baba oğul. Bunlar tüm film arşivlerini bize verdiler”.
Antakyalı’ya son sözlerini sorduğumuzda sohbete yeni başlamış gibi anlatmaya devam ediyor:
“Depo Photos haber servisini başlatacağız. Artık haber olarak da girmeye başlayacak. Yazılımımızda son aşamaya gelindi. Çok heyecan verici işler var. Ağırlıklı olarak inceleme, analiz, röportajlar, yaptığı işin emeğin farklı yerlerde görünmesini istiyor insanlar. Ben gazeteciliği yaşadığımız çağın sorumluluğu olarak düşünüyorum. Yaşadığımız çağı yazı, fotoğraf, ve video ile kayıt altına almamız lazım. Bizden sonrakilerin doğru anlayabileceği bilgileri, verileri depolamamız gerekiyor. Genç arkadaşlar, iletişim fakültesi öğrencileri, orta kuşak, yeni emekliler, emekli olup hala fotoğraf çekenler var. Kimisi artık çekmiyor, arşivlerini bizimle paylaşmış. Sadece medya değil, müzeler, yayınevleri, halkla ilişkiler firmaları bizden fotoğraf alıyorlar. Sözgelimi banka müzeleri var; Türkiye'nin ekonomi tarihi yapılacak o fotoğraflar alınıyor. Amerika'da Ucla Üniversitesi'nin Türkiye üzerine yazdığı kitabın fotoğrafını Depo'dan aldılar. Merkezimiz Ankara Bestekâr Sokak’ta bulunuyor. Ana editör kadromuzda 6 kişi var. Bu sayıyı sürekli arttırıyoruz. Kazancımız yatırıma gidiyor”.