Kemal Can röportajı 2
Mehmet ŞimşekKemal Can 2. Bölüm
Kemal Can 2000'den bu yana titizlikle takip etmeye çalıştığım entelektüeller arasında yer alıyor. Tanıl Bora ile birlikte yazdıkları “Devlet, Ocak, Dergâh” ile “Devlet ve Kuzgun” başlıklı kitapları başvuru eserlerimden biri. Can, çeşitli dergi ve gazetelerde Türkiye ve siyaset üzerine kaleme aldığı kuşatıcı makaleleriyle de dikkatleri çeken bir kalem. Aynı zamanda Düzce doğumlu olan Kemal Can'la, Düzce'nin sosyo-politik ve kültürel yapısı üzerine uzun soluklu bir söyleşi gerçekleştirdik. Can, Düzce örneğinden kalkarak Türkiye siyasetinin sıcak gündemiyle ilgili olarak da görüşlerini bizimle paylaştı. Bu söyleşi benim açımdan çok verimli oldu. MAVİ okurlarının da ilgisini çekeceğini tahmin ettiğim söyleşiyi kısaltmak içime sinmediği için iki bölüm halinde yayınlanmasının yerinde olacağını düşündüm. Geçen sayıda ilk bölümünü yayınlamıştık. Büyük ilgi çeken röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz.
Hâlâ Düzce’ye gidiyor musunuz?
Arada bir gidiyorum. Annem Akçakocalı, babam Düzceli. Babam Kafkasyalı, annem ise Laz. Annem hâlâ Akçakoca’da yaşıyor. Dolayısıyla ben sık sık Akçakoca’ya ve Düzce’ye gidiyorum.
Peki, çocukluğunuzdan bugünlere Düzce’de yaşanan eksen kaymasına dair gözlemleriniz neler?
Düzce belki biraz daha negatif olarak ayrışıyor gibi görünebilir ama aslında Türkiye’nin genelindeki bir süreci yaşıyor. Muhafazakârlaşmanın kendisi olmasa da, görünürlüğü artıyor. Muhafazakârlığın, bazı politik avantajlar sağladığı için ya da buna uyumlanmanın avantaj sağladığına inanıldığı için gerçekteki etkisinden daha yüksek bir görünürlük kazandığını düşünüyorum. Ayrıca iktidarın çok güçlü olduğu küçük yerlerde bütün ekonomik faaliyet lütuf düzeni kontrolüne girdiği için eksta bir güç yaratıyor. İş yapmak, birazcık palazlanabilmek, ekonomik olarak daha iyi koşullarda olmak mevcut iktidara yakın durmakla çok fazla ilişkilenmiş durumda. Düzce de bunun etkisini fazlaca yaşıyor. Gündelik hayattaki kültürel çölleşme de özel olarak sadece muhafazakârlaşmanın bir ürünü değil. Artık sinemalar yok, kitapevleri yok; belki herkes cep telefonundan bunlara ulaştığı için yok denebilir ama bunun gerçek temaslarla yaşanmasını sağlayan zeminin kaybolması da bir tür yoksullaşma yaratıyor.
“ÇOCUKLUĞUMUN O BAHÇELİ EVLERİ BİTTİ”
Neredeyse bütün şehirler birbirine benzer hale geliyor, yani caddesinde yürüdüğünüzde oranın farklı bir yer olduğunu düşündürecek bir şeyle karşılaşmıyorsunuz. Karadeniz’de bir şehirde mi yürüyorsunuz, Ege’de misiniz, Akdeniz’de misiniz, iklim ya da insanlarından bunu anlayabiliyorsunuz; ama şehrin dokusunda buna rastlamıyorsunuz. Düzce 1999’da çok sert bir deprem travması geçirdi. Bundan sonraki yapılaşmasında da, önceki bozulmayı telafi edecek yeni bir şey oluşmadı. Düzce eskiden bahçeli evleri olan yatay bir şehirken deprem öncesinde 80-90’larda iyice yüksek binalarla bozulmuştu. Deprem sanki akılları başlara getirir gibi düşünülmüştü ama yine öyle olmadığını gözlemliyorum. Yeni açılan bulvarlarla şehrin biraz daha genişletildiğini görüyorum. Son derece yeşil bir ovada olmasına rağmen kentin giderek yeşilden uzaklaştığını, yeşil alanının kalmadığını gözlemliyorum. Çocukluğumun o bahçeli evleri bitti. Üzerine yerleştiği doğal dokudan tamamen ayrışan bir beton yığınına dönüştü. Çocukluğumun doğayla iç içe, bisikletle yarım saat gidip ormana girebildiğiniz, şehrin neredeyse ortasından geçen derelerin kenarında balık tutabildiğiniz yer olmaktan çıkması üzüyor beni.
Mirgün Cabas’ın Can Kozanoğlu ile yaptığı söyleşiden oluşan “Bıçkın ve Ağlak – Yeni Türkiye’nin Hikâyesi” adlı kitabındaki bir bölümünde dikkatimi çekti. Kozanoğlu Doğu Karadeniz’den Batı Karadeniz’e, Doğu Marmara’ya göçmüş İslamcı tipolojisinin farklılaştığını söylüyordu. Peki Düzce bu tablodan ne kadarından nasibini alıyor sizce? Düzce’de radikal cemaatlerin yaşadığı din anlayışı ne türden bir Müslümanlık?
Düzce’de önemli bir kısmı başka coğrafyalardan gelmiş olmakla birlikte, ağırlığı Sünni Müslüman bir çoğunluk var. Sorun çıkartmaz, başkalarıyla itişip kakışmazsa kendilerine de bir şey olmayacağına inanıyor ve böyle davranmayı tercih ediyorlar. Düzce, Müslümanlar için yüksek tehditler barındırmayan, güvenli bir getto gibi.
Ancak, bu güvenlikli ve sakin halin gerisinde örtülü bir agresyon potansiyeli var. Türkiye tarihine baktığımızda etnik ya da mezhepsel büyük kıyım ve çatışmalar buralarda olmadı. Ama bu bölgelerde çatışmanın kendisinin olmasa bile fikri zemininin potansiyeli hep daha yüksek oldu. Düşmanlaştırıcı dilin hâkim olduğu, dini yaşamak değil ama bunu politik kimlik olarak öne çıkartan tarzların yaygın olduğu bir coğrafya olduğu söylenebilir. Aslında bunu sadece Batı Karadeniz değil, Karadeniz’in tamamı için söyleyebiliriz. Çok dindar olmayan, her gün başı secdeye değmeyen ama Müslümanlık üzerine cengaverlik yapmaya çok hevesli adamlar görebilirsiniz. Bunun etnik versiyonları da var. Soyu Türk olmayan, anadili başka olan ama yüksek bir Türkçülük yapan ya da olmayan diğerlerine düşmanlık yapanlara rastlanır. Batıya geldikçe bu yaklaşımın daha tehlikeli olmasının nedeni kozmopolitliğin ve karışıklığın ve temasların da devreye giriyor olması olabilir.
Düzce’de Ramazan aylarında ana arterlerde bulunan lokantaların kapatıldığını biliriz. Ancak tam ters yönden bir şey söyleyeceğim. İlk gençlik yıllarımda Gaziantep Caddesi’nde mebzul miktarda içkili lokanta vardı. Oralara bir müdahale olmazdı. Günümüzde de bu tür yerlerin mevcut olduğunu biliyorum. Hatta benim yaşadığım dönemde bulunmayan canlı müzik yapan mekânların da devreye girdiğini duyuyorum. Burada bir ‘fair play’den bahsedilebilir mi?
Örtülü mutabakat durumu olabilir bu. Yani "görünürlüğü fazla bozmayın. Ne yapıyorsanız yapın" durumu…
ÇERKES KOMÜNİTESİNDE ÇOK KUVVETLİ KÜLTÜREL BİR DAMAR VAR
Dini alandan dünyevi bölgeye gelerek Düzce faslını tamamlayalım isterseniz. Ben Düzce’de bir senelik eğitim hayatım boyunca Çerkes akrabalarımın yanında bulundum. Bunun yanısıra ilk gençliğimde yaz tatillerimin hemen hemen tamamı Düzce’de geçti. Çerkesler’le çok yakın temaslarım ve dostluk ilişkilerim oldu. Dışarıdan bakıldığında oldukça muhafakazakâr bir yapıya sahip olduğu sanılan Çerkesler’in kendi içinde kadın-erkek eşitliğini gözettiğine ve kadın-erkek ilişkilerinde rahat olduklarına tanıklık ettim. Yaygın Düzce imajı ile çelişen bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kafkas kültüründe çok güçlü bir damar var. Kaç-göçün olmadığı, kadın-erkek ilişkisi üzerinden muhafazakârlığın tarif edilmediği çok kuvvetli bir kültürel damar bu. Kadın-erkek ilişkisinde çok sert, yani Arap coğrafyasından ya da Türkiye’nin Doğu coğrafyasından gelen kesin dünya ayrımının olmadığı bir gündelik hayatı kabul ettirmiş durumdalar. Çerkes komünitesi çok kuvvetli bir muhafazakâr ve dinsel dokuyla temas etmesine rağmen başkalaşmadı. Buraya uyumlanmadılar. Türkiye gibi muhafazakâr olmaya dönüşmediler. Kendi kültürlerini korudular. Bu sosyolojik olarak özel olarak incelenmeyi hak eden bir olgu. Kapalı bir toplum olma durumu da önemli bir etken.
Düzce’den sonra Türkiye genel siyasetiyle ilgili konuşmanın zamanı. “Türkiye halkı cebine bakar” diye yaygın bir kanaat var. Ama ekonomik krize rağmen anketler hiç de öyle demiyor. Pratik teoriyi aşıyor mu? Ne dersiniz?
Bir pragmatik tarafı var Türk seçmeninin. Ama bu böyle çok matematiksel, düz bir pragmatiklik değil. Kültürel mensubiyet alanları tamamen irrasyonel değil; onun birtakım rasyonel nedenleri var. Dolayısıyla, pragmatizm ya da çıkarını düşünme meselesi çok kısa vadeli değil. Daha orta ve uzun vadede karşılıkları olan bir şey. Bir kimlik dairesi içerisinde olmak, onun yarattığı korunaklı alan, kısa vadede zarar veriyor gibi görünse bile, kolay ayrılma kararı vermeye yetmiyor çoğu zaman. Blok siyasetini mümkün kılan da büyük ölçüde bu. Bugünün şartlarından konuşursak, Recep Tayyip Erdoğan “Ülkenin kaderi benim kaderime bağlı” derken kendisine oy verenlere şunu söylemiş oluyor: “Benim iktidarda kalmam sizin için ve sizi koruyabilecek tek seçenektir. Çünkü olmamam durumumda siz diğerlerinin iktidarındaki azınlık haline geri döneceksiniz”.
ÇIKARA GÖRE DEĞİL ZARARA GÖRE KARAR VERMEK
Avantajlarınızı kaybedeceksiniz mi demek isteniyor?
Evet. Bu avantajların içerisinde iktisadi, sosyolojik, kültürel avantajları sayabiliriz. Bunun yanına kendini daha rahat, güvende ve korunaklı hissetmeye ilişkin her şeyi koyabiliriz. Dolayısıyla, böyle bir pragmatizm üzerinden bakıldığında çıkara değil zarara bakarak karar vermek… Yani daha iyisi için değil daha kötü olma ihtimaline göre karar vermek… Bu da bir kilitlenme yaratıyor. Çünkü daha iyiye doğru gitmeyen pragmatizm ilerletici değil. Ve kaçınılmaz olarak mevcudu koruma ve savunma refleksi öne çıkıyor. Kısa vadede irrasyonel gibi görünen başka bir rasyonalite oluşuyor.
KENDİ İÇİNDE SORUNLAR YAŞAYAN DENGESİZ BİR İTTİFAK
MHP ve AKP’nin yaptığı ittifak zaman zaman çatlama belirtileri gösterse de bir şekilde yeniden toparlanıyor? Bu iki partinin ittifakı ne türden bir ittifak sizce?
Aslında Bahçeli ve Erdoğan’ın çizdiği mükemmellikte bir ittifak değil. Şu anda iktidarın üzerinde durduğu ittifak güçlü fakat dengesiz. Bu dengesizlik bir kırılganlık potansiyeli taşımakla birlikte bir tarafıyla da ittifakı katılaştıran bir özelliği var. Her iki taraf da ittifakın bu kırılganlığını ve dengesizliğini bildiği ama bunun devamına mecbur olduğu için çok daha titizlenerek davranıyorlar. Şunu söylemek istiyorum; ittifak, sıkıntılı ama zorunlu ve sürdürmek istediğimiz bir ilişkiye özen göstermek gibi bir şey.
İktidar tarafından koalisyon dönemlerinin felâketle eşdeğer olduğunun ve artık geride kalması gerektiğinin sürekli altı çiziliyor. Ama öte yandan döneme göre aktörleri değişen ittifaklarla “örtülü koalisyon”dan bahsedebilir miyiz?
Zaten AKP kuruluşundan itibaren hiçbir zaman kendi başına değildi, hep ittifaklarla geldi. Hatırlayalım, ilk kurulduğunda AB süreci, siyasi liberal akımlar, büyük sermaye ve doğrudan Avrupa Birliği’nin kendisi ittifakın bir parçasıydı. Geniş bir mutabakat alanı vardı. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı kriziyle ve 1. Ekonomik Program’ın yani Derviş’in devamı olan ekonomik programın tıkanmaya başlamasıyla 2007’den itibaren yeni bir ittifak ihtiyacı doğdu ve Fetullah Gülen Cemaati’yle yürümeye başladı. O ittifak da 2012’de çatladı, ondan sonra da 2015'te MHP ile ittifak kuruldu. Erdoğan sürekli ittifaklara ihtiyaç duyduğunu bilen ve ittifaklarla yürüyen bir siyasetçi. MHP açısından da ittifaklardan çok yararlı sonuçlar elde ettiği örnekler var. MHP’yi yükselten önemli dönemeçlerin hepsi ittifaklar sonrasındadır. 70’li yıllarda Milliyetçi Cephe hükümetlerinden sonra büyümüştür. 90’lı yıllarda DYP ile örtülü ittifak yaptığı söylenirdi. Neredeyse koalisyonun gizli ortağıydı. MHP 90’lardaki Kürt politikasının hemen sonrasında yine büyüdü. 2015 itibarıyla girdiği AKP ittifakında eriyeceği varsayılırken toparlanma eğilimine girdi. Bahçeli de ittifaklarla büyüyeceğini çok iyi bilir. Dolayısıyla iki taraf açısından da hem ihtiyaç hem de avantaj yaratan bir ittifak olduğunu düşünüyorum.
Siz MHP üzerine yazdığınız kitap ve araştırmalarla da bilinen bir kimliksiniz. Bu noktada sormak istiyorum. Tepede kurulan ittifak MHP tabanında nasıl bir karşılık buluyor? Ülkücü camiada bir rahatsızlık söz konusu mu? Bahçeli’nin geçmişte Erdoğan ve AKP hakkında yenilir yutulur olmayan şeyler söylediği ortada iken…
Bir alerji, bir rahatsızlık var. Bu iki politik hattın geçmişe dayanan gerilimleri hep vardır. Özellikle AKP’nin ilk döneminde MHP tabanı iktisadi paylaşım alanlarından da dışlandı. Muhtemelen bunlar Düzce’de de yaşanmıştır. Devletteki işlerini yaptıramamak, dışarıda bırakılmak, politik olarak itilmek. Hatırlayalım, Erdoğan son derece sert bir dille milliyetçiliği aşağılayan bir dil kurmuştu. Ama sağ içerisinde çok sert ifadelerin çabuk unutulması sık görülen bir şey. Şimdi yakınında olan Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş, Tuğrul Türkeş ve Bahçeli’nin Erdoğan’la ilgili olarak söylediklerine bakalım. Erdoğan’ın bunlar için söylediklerine bakalım, bugün en güvendiği adamların kim olduğuna bakalım. Sağ içerisinde hafıza çok güçlü bir referans değildir. Falih Rıfkı Atay’ın “Doğuda yalan ayıp değildir” diye bir lafı vardır. Sağ popülist dünyada da biraz böyle: "Dün dündür bugün bugündür". Seçmen de tutarlılığa ve sürekliliğe başka bir yerden, kimlik alanından bakar.
Peki orta veya uzun vadede ittifakın siyasi bilançosu ne olacak? Daha net bir ifadeyle kâr/zarar hesabında hangi ortak, bilançonun neresinde duracak?
AKP’nin artık siyasi akım olduğu, bir ideolojik çizgiyi temsil ettiği, hatta gerçek anlamda bir parti olduğu tartışılır. Birçok vasfını kaybetmiş durumda. MHP seçmeninin de önemli kısmının referandumda “evet” vermediğini veya kerhen verdiğini biliyoruz. Normalde iki partinin toplamı yüzde 65’lere varması gerekirken, böyle bir sonuç çıkmadı. 24 Haziran sonuçları gösterdi ki, ittifakın oy dengesi MHP lehine, AKP aleyhine değişmeye devam ediyor ve devam edecek de. Yerel seçimde ittifak yapmama tartışması da bir açıdan statülerin netleşmesi arayışından, bir açıdan da bu kaymanın yarattığı rahatsızlıktan oluştu. Muhtemelen yerel seçimde bu kaymanın daha somut rakamlarını göreceğiz. MHP doğrudan iktidar ortağı olmayarak ama bir yandan da AKP seçmeninin en yakınındaki, blok içi alternatif olabildiği için, blok değiştirmeye niyet etmeyen her türlü oy kaymasının kendisine geleceği bir pozisyon sağlıyor. İktidarın kendi desteğine mecburiyetini ve ideolojik patronajını da kabul ettirdiği için etkinliğini artırıyor. Yerel seçime doğru giderken, en azından metropollerde MHP'nin desteğine mecbur kalan AKP'nin ise MHP seçmenini yeniden kendisine çekebilecek bir hamle yaratma imkânı yok. Ben 24 Haziran'da işaretleri görülen trendin devam edeceğini tahmin ediyorum.
HIZLI GELMEYEN HIZLI GİTMEZ
Son söz olarak Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor sizce? Önümüzdeki süreçte mevcut krizler aşılabilecek mi?
Türkiye dünyadaki genel trendden çok farklı gitmiyor. Dünyadaki gidişatı belirleyen faktör, 30-40 yıldır yürürlükte olan neoliberal iktisat politikasının çöküşü. Süreklileşmiş krizler serisinin içine girilmiş olması. Söz konusu ekonomik birikim modeli çökmüş ve alternatifi de üretilememiş durumda. Küreselleşmenin dünyayı değiştireceği, özgürlükleri ve refahı arttıracağı yolundaki tezin pek çok açıdan sorunlu hale geldiği, çöktüğü ve krizler üretmeye başladığını görüyoruz. Bu krizlere reaksiyon olarak yabancı düşmanlığının, milliyetçiliğin ve otoriterliğin yükseldiğini görüyoruz. Amerika’da Trump’ı, İngiltere’de Brexit’i, Almanya’da ırkçılığı, Brezilya’da otoriter bir lideri, Hindistan’da ayrımcı bir lideri iktidar yapan, Putin’i iktidar yapan veya iktidarda tutan bir süreç yaşanıyor. Bütün bu kriz döngüsünün içerisinde, herşeyi yeniden tanımlamayı gerektirecek kadar derin sorunlar var. Türkiye de kendi özgül koşulları ve sorunları yanında, bu genel krizin bütün etkilerini yaşıyor. Ayrıca, Türkiye bütün istikrar iddialarına rağmen uzunca bir süredir sorunlarını konuşamayan, hatta yönetemeyen bir siyasi krizi de yaşıyor. Kutuplaştırma ile iyice kapanan siyaset alanı, yönetilememe sorununu çözmek şöyle dursun, bizzat sorunun nedeni halinde. Ancak, her derin kriz aynı zamanda herşeyi yeniden düşünmeyi gerektirecek potansiyeller yaratabilir. İnsan varsa imkân vardır. Onun için de umutsuz olmamak gerekir. Ama çok yakın vadede, birden bire bir pozitif değişim beklenmemeli. Hızlı gelmeyen hızlı gitmez.
Çok teşekkür ederim
Ben teşekkür ederim.