Hastanenin kapısı
Jan Berslen DevrimDevlet Hastanesinin kapısı çocukluğumuzda korktuğumuz bir yerdi. Hatıralar çok seçici oluyor, orayı gündüz görmemişim gibi geliyor şimdi bana. Mutlaka görmüşümdür, ben bile bir ameliyat oldum ama floresanların cızırdayarak yanıp söndüğü, yaşlı bir kadının bir kenara çömelmiş, başı elleri arasında uzaklara baktığı, sigara içen birilerinin tam kapının önünde, ambulansın arada bir geldiği o boşlukta volta attığını, beyazdan çok gri, kirli bir yerdir.
Sanıyorum en son babam öldüğünde gitmiştim. Girdiğimi hatırlıyorum, bir doktorun başınız sağolsun dediğini ve sonra nasıl olduğuna dair anlattığı bir şeyleri. O güne dair hatıramın ciddi bir kısmı kayıp. Hatırlamıyorum, hatırlayamıyorum. Ama o kokuyu hatırlıyorum. Çocukluğumda da, babam öldüğünde de hissettiğim o hastane kokusunu. İçinde bir sefalet barındıran bir kokudur o. Mecburiyet vardır. Yorgunluk vardır, kimse isteyerek hastanenin acil kapısından girmez aslında. Bizim için çok önemli ve sıra dışı olan bazı olayların, oradaki insanlar için sıradanlaşmasını dehşet içinde görmüştüm. Belki doğrusu da budur, sıradanlaşmalıdır.
Ama ya ölüm. Ölüm sıradanlaşabilir mi? Yıllar, çok yıllar önceydi. İki hayalim vardı: Bilgisayar Programcısı olmak ve yazmak. İkincisini Damla Gazetesinde, Atilla Ağabey’in desteği ile öğreniyordum.
Birincisi için, şimdi artık yıkılmış olan bir iş hanında, ufacık bir ofisimiz vardı. Orada bilgisayar tamir ederdik. Nasıl tanıştık hatırlamıyorum. Benim radyoculuğa merak saldığım zamanlardı belki. Başka bir işhanında bir ofiste kendisi yayın yapar arada bir de İstanbul’dan bir radyoya bağlanırdı, sanırım BESTFM’di... Sonra bana cihazları göstermişti. Bir çok kez ofise geldiğini, sıcak, dolu bir gülümsemesi olduğunu hatırlıyorum. Çok eğlenir, neşelenirdim. Bir kez Türkçe müzik yapan radyolardan birinin sinyalleri dini yayın yapan bir radyo ile karışmıştı. Çok gülmüştük ortaya çıkan seslere, konuşmalara. Tamer Hoşver’in hayatını kaybettiğini öğrendim. Uzun yıllardır görüşmemiş olsak da, arada bir tanıdıklarımın aracılığı ile zaman zaman fotoğrafını görürdüm.
İnsanların böylesine büyük bir ihmal ile ölmesini, yaşadığımız yılda aklım almıyor. Bütün gece düşündüm, aynısının bana olmasının önündeki engel nedir? Gittiğim hastanedeki bir doktorun basit bir ihmali ile ölüvermek mümkün. Sonrasında, yine gençliğimden tanıdığım, defalarca sohbet ettiğim Akif Çodur’un da benzer şekilde hayatını kaybettiğini öğrendim. Bir şehrin yetiştirdiği akılları, küstürerek şehir dışına göndermesi ya da kaldığında ihmaller ile onları öldürmesi kadar büyük bir kayıp olabilir mi?
Düzce, yada herhangi bir kent, kendisine radyoyu, bilgisayarı, edebiyatı, doğru ve tarafsız haberi ve daha bir çok güzelliği getirenleri cezalandıracak, kovacak, ölüme mahkum edecek, onlara sahip çıkmayacaksa, o insanları haketmiyor demektir. O hastanenin kapısında, sönen bir hayattan fazlası, ki bir hayat yeterince büyük bir kayıptır. O hastanenin kapısında Düzce’nin yaşanabilir bir kent olma ümidi can çekişmekte ve ölmektedir.