Mavi » Yazarlar » Jan Berslen Devrim »  Mısırda İtalyan bir Mısırlı

Mısırda İtalyan bir Mısırlı

Mısırda İtalyan bir Mısırlı

Henüz Mayıs ortası olmasına rağmen, oldukça sıcak bir gündü. Hayatımın kirli, yorgun, bıkkın bir dönemindeydim. İnsanların, tahmin ediyorum ki, ölmeye yakın hissettiklerine benzer bir sıkıntı vardı üzerimde.  Yaptığım hiç bir şeyden keyif almadığımı düşünüyordum. Her gün, bir başka günü beklercesine yaşadığımı hissetmiştim. Bu yüzden, bir anlık karar ile kendimi, hiç gitmediğim bir yerde, deniz kıyısında buldum. Mısır'da, Şarm-El Şeyh'de, bir beş yıldızlı otelin havuzunun başında, bir türlü bitmeyen, taşımaktan yıpranmış bir romanın sayfalarını çevirip, sakinleşmeye, aklımdaki şeytanları uzaklaştırmaya çalışıyordum.

Çevremdeki diğer turistler, ki çoğu Kuzey Avrupa ülkelerinden gelmiş, kötü yaşlanmış, muhtemelen düşük gelirleri sebebi ile sadece burada tatil yapabilen ailelerdi. Birçoğu erken saatlerde, tadı pek de kötü olan bira ile içmeye başlıyor, yanık et rengine benzer derilerini soğutmak için zaman zaman masmavi denize atlıyor, çok kalmadan tekrar güneşin altında yatmaya devam ediyorlardı.

Mayıs ortası olmasına rağmen sıcaklık neredeyse otuz dereceyi geçiyordu. Dahası, güneş bizi saklanacak bir bulutun olmadığı bu gökyüzünden yakmaya çalışıyor gibiydi.

Ben ne garsonların anlattıklarını anlıyordum ne de çevremdekilerin yüksek sesle konuşmalarını, bağırış çağırışlarını. Bu garip dilsizlik bir sağırlığa sebep oluyordu. Çevrede hiç bir ses, konuşma, aklımdaki düşüncelere bir kelime ile çengel atamıyor, beni, örneğin ailemden uzak kaldığımdan bu yana kendime hiç bakmadığım, kararsızlığım ve düzensizliğim sebebi ile şişko, bakımsız, özensiz bir adama dönüştüğüm gerçeğinden uzaklaştıramıyordu. Bir başkasının para ile ilgili kurduğu bir cümle ile aynı zamanda geleceğimi güvence altına alamadığım gerçeğine geçemiyor veya başka arkadaşlarımın çocukları olduğu ama benim bu yaşta yalnız kaldığımı bana hatırlatmıyordu. Bir kerede bu mutsuzluklarımı düşünebiliyordum.

Ancak yalnız başıma bir şezlongun üzerinde belli bir süre yatabileceğimi fark ettim. İkinci günün sonunda, ki daha iki günüm daha vardı, biraz daha başka sesler, yüzler görmek istedim. Resepsiyondan şehir merkezine giden yolu öğrendim, sıkışık, pis ve çirkin bir mavi minibüse bindim… Çirkin ve kötü kokan bir adamın yanına oturdum. Bir yandan büyük bir Avrupa şehrinin parlak, aydınlatılmış caddelerine benzeyen Şarm-El Şeyh'i izledim, bir yandan da binaların, caddelerin, otellerin bittiği her noktada çıkan fakirliği, çölü, bir yokluğun ortasına sandalyesinde oturan ve hiç bir şey, ama hiç bir şey yapmayan askerleri izledim.

Güneşin altında saatlerce oturmanın ne kadar kötü olabileceğini ve hayata tutunmak için yapacak başka bir şey, bir uğraş, bir beceri sahibi olamamanın ne kadar kötü olduğunu düşündüm.

Defalarca durup kalkan minibüse sayısız farklı insan bindi, indi. Benim gibi turistler, minibüs şoförünün siyah yüzünden fırlayan iki kocaman gözü ile bıkmadan baktığı bikinili genç kızlar… Ellerinde plastik poşetler, hasır sepetler olan çarşaflı kadınlar… Beyaza yakın bir sarı kumaş üzerine yine soluk mavi çizgileri olan, gömlek düğmelerini göğüslerinin altına kadar açık bırakmış, kuru, esmer, kaburgalarının rahatlıkla görüldüğü ve gömleğini havalandırarak serinlemeye çalışan, beyazlamış bıyıklı, kel adamlar… Yüzü mü kirli yoksa teninin rengi mi alacalı bulacalı anlamadığım çocuklar.

Nice durup kalktıktan sonra minibüs, şehrin turisttik merkezine ulaştı. Kendimi dışarı atıp, sokaklar arasında yürümeye başladım. Hiç bir yol, iz, yön bilmeden bir sokaktan diğerine geçiyordum. Çoğu bir katlı, birbirine bağlı binaların her yanında birbirinin benzeri heykeller, boncuklar, telefon kılıfları satan dükkanlar, hiç tanımadığımız markalar ile dolu marketler, çok kötü desenli şortlar, sahte çantalar satan butikler. Her şey o kadar renkliydi ki, bu gözlerim bu gürültüden yoruldu.

Nice sonra, bir ufak kafe buldum, bahçesine oturup bir soğuk su ve belki bir çay içebilirim diye düşündüm. Ufak yapay bahçe, bir pasajın kenarında kurulmuş, beyaz tenteden bir güneşlik yapılmıştı. Tentenin altında ufak hasır tabureler ve yıpranmış, ahşap sehpalar vardı. Zemin düzensiz olduğundan, bir yere oturunca önce tabureyi sonra da sehpayı sabitlemek gerekiyordu.

Oturduğum gibi uzun boylu, esmer, uzun dalgalı saçlı bir genç geldi. Zayıflığı yüzüne vurmuştu, uzun boylu olmasına rağmen, başı yüzünden büyük görünüyordu. Siyah, gür, iri telli saçları temiz ve düzenli görünüyordu. Kaşları ve gözleri simsiyahtı. Kemikli bir yüzü vardı, genişe yakın bir alnı, büyük gözleri ve zayıf yüzüne büyük gelen bir gülüşü.

"Buona Sera, come sta" dedi, sonra İngilizce devam etti "Hoşgeldiniz, ne ikram edeyim size?" Bir büyük çay ve soğuk bir su istediğimi söyledim.

"Prego" dedi. "un minuto"

Hızla koştu, bir metal tepsi üzerinde çayımı ve suyu getirdi. "Parla Italiano" dedi, eğilerek tabureye servis yaparken. Okul yıllarımda çok az İtalyanca öğrenmiştim. Bu yüzden, hızla yanıt verdim. "Non parla Italiano, parla inglese"

Ayağa kalktı. "Oh, capisco" dedi "İtalyana benzettim, kusura bakmayın!"

Bir süre ortadan kayboldu. Çayımı içip, çantamdan kitabımı çıkarttım. Göz ucu ile garsonu izliyordum. Bir kaç turiste İtalyanca selam verdi. Onlar ile büyük bir neşe ile sohbet etti. Konuşması, mimikleri, ten rengini gözardı edersek, İtalyan'a benziyordu.

Bir süre sonra yanıma geldi, başka bir şey isteyip istemediğimi sordu. Bir küçük kahve istedim. "Maalesef" dedi "Sadece yerel kahvemiz var, size espresso ikram edemiyorum. " İsmini sordum. "Rafaello" dedi.

Elini uzattı, sıkı ve içten bir selamlama ile tekrar etti.

"Ben Rafaello." Hızla koştu, kahve hazırlanana kadar küçük ve karanlık ocağın girişinde bekledi, kahveyi alıp geldi ve bu kez bir tabure çekip yanıma oturdu.

Nereli olduğumu, hangi ülkelere gittiğimi sordu. İtalya'ya hiç gidip gitmediğimi öğrenmek istedi özellikle. Roma, Venedik ve Napoli'ye gittiğimi söyledim. "Napoli, benim kentim" dedi. "Öylesine seviyorum ki orayı. Da Pasqualino'da önce Mozerralla di Bufala, sonra bir Margarita Pizza. Biliyorsun, Pizza Napoli'e icat edildi" dedi  "Napoli, binlerce yıllık bir yaşamında nice sır saklayan bir güzel..."

Sonra bana şehrin geçmişini anlattı, daracık sokaklarını, volkanik topraktan yapılmış Tofu adı verilen tuğlaların sarısı ile bezenmiş apartmanları. Şehrin elliden fazla azizini anlattı. Tüm zenginliğini başka insanlara hizmet etmek için harcayan, ateşin yakmadığı, hayvanların saldırmadığı Aziz Januarious'u, ne kadar Hz. İbrahim'e benzediğini, onun için yapılan kilisenin zenginliğini, kanının yüzlerce yıldır nasıl donmadığını anlattı.

Rafaello, Napoli'yi sokak sokak biliyor gibiydi, pizza yemek için nereye gitmek gerektiğini, Piazza dei Martiri de sıcak bir pazar kahvaltısının keyfini, Castel dell'Ovo'dan güneş batışını izlemenin romantizmini anlattı.

Belki iki saate yakın oturdum. Rafaello bana bir kaç kahve daha getirdi. Arada gidip diğer müşterilere servis yapıyor, arkadaşları ile şakalaşıyordu. Fakat sonra tekrar yanıma geliyor, İtalya'yı ama özellikle Napoli'yi anlatıyordu.

"Rafaello" dedim "Neden buradasın o kadar seviyorsan bu şehri, neden geri geldin?" Bu soru ile kötü, uzun, üzücü bir hikayenin kapısını açtığımı hissettim. Belki sevdiği kızın peşinden geri dönmüştü, yada terk edilmiş artık orada olmaya dayanamamıştı. Belki de annesini, ailesini yalnız bırakamadı.

Oysa kısa bir öykü beni karşıladı. "Ben oraya hiç gitmedim ki" dedi "Ben hiç daha bu şehirden çıkmadım. Hepsini başkalarından, internetten öğrendim. Adore Napoli!"

 "Benim gerçek adım Rafi" dedi "Ama dostlarım Rafaello der."

Gülümsedim, o da gülümsedi.  "Ciao, Rafaello" dedim  "Buano Notte."

Yazar Hakkında

Jan Berslen Devrim

Jan Berslen Devrim